24 Şubat 2020'de ilk blog yazımı yazdığımda internet sitemde gündeme, genel kültüre, topluma yönelik yazdığım yazıları bir sohbet havası eşliğinde yayımlamayı planlıyordum. Bu yüzden bloguma "İçimden Geçenler İçimden Geldiği Gibi" mottosunu uygun bulmuştum. Her insan içinde bir miktar huzursuzluk taşır. İşte bu huzursuzluk; insanı araştırmaya, üretmeye, yapmaya, sıradışı olana iter. Kimisi maymun iştahlıdır: Kendini aramak adına bir şeyler yapmaya çalışır, vazgeçer. Kimi insan şanslıdır: Kendini çabucak bulur. Kimi insan talihsizdir: Kendini bulduğunu sanar ama kendini ebediyen kaybetmiştir. Bu insanlar bir nebze de olsa huzuru bulmuştur. Onlar huzuru, huzursuzluklarını hissettikleri anda dışarı vermekle bulurlar. Ahmed Hamdi Tanpınar'ın Huzur romanı için husursuzluğun kitabı derler. Fernando Pessoa'nın da Huzursuzluğun Kitabı adlı bir eseri vardır. Oysa bütün kitapları oluşturan huzursuzluk düşüncesi değil midir? Ken
Trabzonspor ile onu var edenler arasında muhafazakâr baba ile zincirini kırmak isteyen çocuk ilişkisi var.
Hem Trabzonspor'un başarılı olmasını istiyorlar hem de bundan korkuyorlar.
Çünkü Trabzonspor'u sağlıklı büyütemediler. Bir efsane yarattıklarının farkında olacak kapasitede değildiler.
Trabzonspor, hep var olsun ancak bizim kontrol edebileceğimiz bir yapıda olsun. Ne yaparsak yapalım, hep "efsane" olarak anılalım.
Ne Trabzonlular anlamak istedi ne de Trabzonspor'u var edenler "gerçekten" anlaşılmak istedi. Onlar "efsane" olarak görülmek iste(n)di ve öyle de oldular.
Anlaşılamayan, halka inemeyen Trabzonspor'un devrimi, gelecek kuşaklara aktarılamadı. Zamanla devrimi yapanlar da zaman karşısında yenik düştü. Sahneden çekilmek zorunda kaldıklarındaysa onları anlayan, hatırlayan ve onlara gereken kıymeti veren bir tek kimse bulamadılar.
Yoksa Trabzonspor'un "efsane" yılları büyük yanlışlıklar ve hatalarla doludur. Ancak bu yanlışlar iyi etüt edildiğinde örnek alınması gereken pek çok doğruyla karşılaşırız.
Cumhuriyet devrimi gibi..
Trabzonspor'un şaşaalı günleri yalnızca emicelerimizin bire bin katarak anlattığı hikâyelerde kalmıştı.
Tolstoy şöyle diyor: "Bütün muhteşem hikâyeler, iki şekilde başlar: Ya bir insan yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir."
Ahmet Suat, Kemeraltı No:6'yı bırakmak istemedi. Aklı hep Kemeraltı'nda kaldı. Özkan Sümer gitmek istese de tutunmayı başaramadı. Çünkü ne Türkiye, Trabzon'dan gelecek bir yabancıya hazırdı ne de Trabzon'un, gurbete yollayacak bir evladı vardı.
O yüzden muhteşem bir hikâyenin başlaması için şehre bir yabancının gelmesi lazımdı.
Abdullah Avcı, şehre gelen ilk yabancı mıydı sanki? Üstelik Trabzon gibi bir şehre bir yabancının gelmesi, gelen yabancının Trabzon'da tutunabilmesi mümkün müydü? Mümkün olsa bugüne kadar neden mümkün olmamıştı?
Rus yazar Dostoyevski: "Hepimiz Gogol'un kasketinden çıktık." diyor. Rus hikâyeciliği için Gogol neyse Trabzon futbolu için de Abdullah Avcı odur!
Kasket, yıllarca görmezden gelinmiş bir anlayışa yöneltilmiş ilk dikkatti.
Bülent Ecevit'in kasketi gibi...
Esasen ne Abdullah Avcı'nın ne de Bülent Ecevit'in taktığı kasket, "Sarı Çizmeli Mehmet Ağa"nın taktığı kaskettendi. Ancak Özyazıcı'nın kasketi, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa'nın kasketiydi. Çünkü Özyazıcı, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa'nın ta kendisiydi. Oysa Ecevit'in ve Avcı'nın kasketleri, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa'ya sırtını dönmeye yöneltilmiş bir tepkiydi.
Türkiye'de beceri; hiçbir şey başaramamış, hayatı dışarıdan ancak izleyebilen insanları bir şey başarabileceğine ve bir hikâyenin parçası olabileceğine ikna edebilmektir.
Dünya Kasketliler Günü'müz kutlu olsun!
Yorumlar
Yorum Gönder